Türkiye'de Punk ve Yeraltı Kaynaklarının Kesintili Tarihi 1978-1999

Türkiye'de Punk ve Yeraltı Kaynaklarının
Kesintili Tarihi 1978-1999

An Interrupted History of Punk and Underground
Resources in Turkey 1978-1999


 (Arkaplanı değiştir, İçeriği gizle,)

Punk Hakkında Türkçe

Sezgin Boynik

1. Sağ Elle Sol Kulağı Göstermek

Bize, özellikle sosyalbilimcilere ve teorisyenlere, Punk'ın öğretebileceği çok değerli bir şey vardır, o da basitlik ve dolayımsızlıktır. Sözü uzatmadan, güzelleştirmeden, sakınmadan, yüceltmeden ve korkmadan söyleyebilmeyi öğretir. Bu dersi alabileceğimiz bir dünya kültürü daha vardır, o da Punk ile çoğu zaman eşanlamlı olan anarşizm öğretisidir. Fakat anarşizm Punk'tan daha fazla bir kültür meselesi olduğu için onun basitliği kolayca Lacan ve Deleuze ile bulanıklaşmaya meyillenir. Bu yüzden bugün artık basitlik ve dolayımsızlığı buradaki anarşizmde aramayalım. Özellikle Türkiye'de bunu aramamak için iki neden bulunmaktadır. Birincisi, tarihsel açıklama, 70'lerden beri basılan ve anarşist kelimeleri olabilecek en aşağılayıcı anlamda kullanan faşist kültür endüstrisinin sistematik karşı propagandasıdır. (Bu dönemde basılan kitapların isimlerine bile bakmak yeterlidir; "İslam Açısından Anarşi ve Tedavi Yolları", "Kainatın Düzensizliği Anarşizm"). Anarşizm kullanışsız bir şey olup çıkmıştır, eğer bir nebze kötü niyete müsaade edilirse, "çocukluk hastalığı" olmuştur. Fakat ikinci sebep daha gizli, daha sinsidir ve doğal olarak daha kültürlüdür. Bu basitliğe vurulan en büyük darbedir. Radikal düşünce bu sefer karalandığı için değil, fakat karmakarışıklaştığı için kullanışsız olmuştur. Sol kulağını sal elle göstermek anlamına gelen bu karmakarışıklığı Baudrillard'ın modasından (ilginçtir bir sürü fanzinde de bu moda boy göstermiştir), sırasıyla Deleuze, Zizek, sonra anti-Zizek ve bilumum post-modern düşünürlerin etkisiyle anarşizmin olası basit bir dolayımsızlığı bir kör düğüme dönüşmüştür. Bu durumu destekleyen ve anarşizmin basitliğini (devleti lağvetmek) anlaşılmaz bir dilbilgisi gösterisine dönüştüren tutumun tersini ben Punk'ta bulabileceğimizi düşünüyorum.

Bunu tabii ki Punk'ı politik bir hareket olarak düşünerek değil, basit düşünerek yapabileceğimiz kanısındayım. Dediğimiz gibi Punk basitlik demektir. Tekrar aynı şeyi vurgulamak gerekir, özellikle Türkiye'de ve dünyanın birçok yerinde anarşist teori acayip bir hal almıştır. Anlaşılmazlık ve karmakarışıklık dilbilgisiyle el ele olup dönüştürme değerini yitirmiştir. Çünkü gösterdiğimiz gibi kullanılmaz bir hale gelmiştir. Bu söylemin can sıkan ve okuyucularda anlama kaygısı yaratan durumları kafamızda canlandırdığımızda bu resimler daha da netleşir: soyut bir yazarı anlamaya çalışan ve canı sıkılan genç bir anarşist mesela. Fakat bulanıklığı eleştirirken biz de işi neredeyse basitlik leyhine tamamen karıştırır gibi olduk. Sonuçta biz burada popüler olan Punk'tan bahsediyoruz ve popüler kültürün ve basitliğin devrimci gücüne inanan ilk yıllardaki Brecht ve Benjamin'i aklımızda bulundurarak modernizmden bahsediyoruz. Bu şekilde Punk'ı ele aldığımızda artık onu post-modernizmin eğlence ve hedonist yorumundan kurtartıp, dünyayı yorumlama üzerine ayrı bir imkan yolu açmış oluyoruz. Benim için Punk'ın önemi bu imkandan kaynaklanıyor.

Basitliğe methiye olarak algılanan bu girişte Punk'ın felsefi olarak niye bana ilginç geldiğini ve eğer Türkiye'de ya da herhangi bir yerde Punk ile ilgileniyorsam sırf bu basitlik ve dolayımsızlık yüzünden olduğunun altını çizmek istedim. (Halil Turhanlı'nın yaptığı basitlik eleştirisine tamamen katıldığımı da belirtmem gerek, fakat bu basitlik eleştirisi daha fazla form ile ilgili olduğu için burda bizi ilgilendirmiyor)

Türkiye'de örneğin, daha ileride buna daha fazla değineceğiz, "Suratına İşemek İstiyorum" kadar hem direkt, hem de bu kadar basit, hem de bu kadar net ve saldırgan bir şarkının ancak punklar tarafından söylenebileceğini tahmin etmek zor değil herhalde. Bizim teorisyenlerin ve sosyalbilimcilerin de Punk'tan öğrenebileceği şey de güçlü bir suratlara işemek isteyen teoridir.

Tabii ki bu kitap böyle bir teoriyi üretmek için yazılmamıştır. Bu Türkiye'deki Punk ile ilgili bir kitaptır. Fakat kitabı hazırlarken, en azından yaklaşımımız ve seçeneklerimiz dahilinde, dikkatli bir şekilde entelektüel olmaktan kaçındık. Onun için bu kitap hiçbir şekilde bir sosyolojik vaka veya “şizoanket" ya da bir sözel tarih çalışması olarak okunmamalıdır. Kitabı hazırlama sırasında yaptığımız araştırmalar (genelde röportajlar) hiçbir yönteme göre yapılmamıştır. Olabildiğince kişisel olan bu yaklaşım, aynı zamanda benim için sadece Türkiye'deki Punk'ı değil, bir o kadar da hayatı ve insanları anlamama da çok yardımcı oldu.

2. Sineği İnek Yapmak

Özellikle her on yılda bir gelen askeri darbelerden dolayı zaten üstün gelme bir şekilde başlayan modernleşme Türkiye'de tamamen süreksiz bir seyir göstermiştir. Modernizmin tamamlanmamış bir proje olduğunu anlamak için burada ileri görüşlü ve çok zeki olmak gerekmiyor.

Türkiye'nin bu modernleşme tarihinde Punk'ın izlerini aramak onun için belki biraz garip kaçabilir, daha doğrusu gariptir. Geçen bölümde Punk'ı aslında neredeyse felsefi bir kategori olarak ele aldık. Halbuki Punk bunun dışında bir de belli bir tarihi olan ve belli bir coğrafyada daha fazla görülen bir altkültür hareketidir. Öyle ki 1977 yılında Londra'da resmi olarak başladığı kabul edilen bu hareket Türkiye'de nasıl anlaşılmalıdır?

Çünkü biliyoruz ki, daha doğrusu bu kitap ile bilinecek, Türkiye'de Punk 1987 yılında (artı/eksi bir yıl) İstanbul'da Headbangers grubuyla ilk defa tam anlamıyla kamusal bir anlam kazanmıştır. Eğer Tünay Akdeniz ve Çığrışımlar'ın ithal Punk-Rock'ını saymazsak o zaman Türkiye'de Punk normalinden on yıl sonra başlamıştır. İlk resmi Punk albüm ise bundan on küsür yıl sonra piyasaya çıkmıştır. Bu kitapta bu iki tarih arasında Türkiye'de Punk ile ilgilenmiş kişileri ele aldık. Kitaptaki röportajlar ve kimi yazılar okuyuculara bu bilinmeyen tarih hakkında bir fikir verecektir, onun için kimsenin hiçbir uzman sosyolojik değerlendirmeye ihtiyacı olduğunu zannetmiyorum.

Fakat yine de yöntem ve araştırma seyri hakkında birkaç söz; bu kitabı hazırlamak benim zannettiğimden çok daha zor oldu. Bunun birkaç nedeni olabilir: röportaj yaptığımız kişilerdeki konu hakkında isteksizlik, inançsızlık, sabırsızlık veya tembellik, röportaj yaptığımız çoğu kişinin bu konuda söyleyecek çok şeylerinin olmadığını iddia etmesi (her seferinde de zıddı gerçek oluyordu), bir takım psikolojik zorluklar (hafıza kaybı, yanlış hatırlama, abartma gibi ya kimyasallarla ya da ideolojik plandaki değişimlerle açıklanabilecek şeyler) veya doküman eksikliği, röportaj yapmak istediğimiz kişilere ulaşma gibi fiziksel zorluklar. Bu konuda hiçbir kaydın olmaması da en baştaki zorluktu. Ama biz en başından beri bu tarz "yeraltı" araştırmalarında görülen "sineği inek yapmak" hatasından kaçmaya çalıştık. Durduk yerde yeni bir şehir mitolojisi yaratmak değildi amacımız.

Punk böyle bir şeye hem felsefi kategori olarak hem de tarihsel bir fenomen olarak müsaittir. Her yerde ve her koşulda farklı anlama gelebilir Punk, örneğin eski-Yugoslavya'da özyönetimli sosyalizmin üçüncü yol teorisini ve pratiğini destekleyen bir hoşgörü göstergesi iken (Emir Kusturica'nın ilk ve en iyi filmi "Do You Remember Dolly Bell?"i düşünün, sadece filmde kahraman Punk değil, Rock 'n' Roll çalıyordu), Letonya'da bağımsızlık sürecinde çoğulcu milliyetçi seslerden biri oluyor (Jri Podnieks'in "Is It Easy To Be Young?" filmi), fakat yine de Punk zamanına göre putkırıcı, anti-otoriter, saldırgan, eleştirel ve bununla beraber batıcı, şehirli, elitist ve kitsch karşıtı olan bir kültürdür de. Bugün en küçük ve en gelişmemiş ülkelerde bile Punk'ın izlerini aramak ve takipçilerini bulmak bu modern/şehirli kültürün ulaşabileceği etkinin sınırsız olduğunun göstergesi de olabilir. Eğer İran'da punklar varsa, bunların gürültüsü mollaların ezanı dışında başka sesler de olduğunun işaretidir ve bu gürültü "orda" bile modern şehirli bir kültürün olduğunu garanti eder. İşte bunu garantilemek için çoğu durumda ve yerde sineği inek yapma taktiği uygulanır. Böylece olmadık bir tarih ve gelenek icat edilir.

Bu kitapta biz bundan kaçındık, en azından olabildiğince kaçındık. Ama aynı zamanda bu araştırmanın bir Sherlock Holmes davası olmadığını da söylemek gerekiyor. Dünyanın her yerinde punkları takip eden ve bu kitapta Türk Punk Camiası hakkındaki raporunu yayınladığımız Luk Haas'ın Tien An Men şirketi ile yıllardır yürüttüğü pratik, bir sineği inek yapmak meselesi olarak yorumlanabilir mi? Kimilerine göre evet, bu egzotizmin ulaştığı son basamaktır, Tacikistan'da Hardcore-Punk! (Herhalde bir oksimoron olmalı!)

Fakat Luk Haas'ın samimiyetine ve pratiğinin içtenliğine inandığımız için (Üçüncü Dünya yer altı ürünlerini hiçbir büyük mainstream kanal kullanmadan dolaşıma sokması, tüm ürünlerini kendi hazırlaması, DIY vs…) bu örnekte kötü niyetin olmadığını ve bu plakların plak hammaddesi vinyl'den daha tehlikeli olmadığını varsayıyoruz. Luk Haas hakkında bu kadar.

Biraz önce Punk'ın modernizm/şehirli kültürün garantisi olması hakkında başlattığımız tartışma çok önemlidir; çünkü bazı durumlarda Punk aynı zamanda çokkültürlü, demokratik, hoşgörülü ve "açık toplumların" test kağıdı olabilir. Karikatürize edersek eğer: "Tamam, sizin en karanlık ve karamsar döneminizde bile Punk'ınız vardıysa, Avrupalı olabilmeniz kolaylaşmıştır."

Türkiye'de Punk'ın olması, hem de 80'lerde olması, bugün bakıldığında çoğu kişi için politik doğruluğun bir göstergesi ve Türkiye'nin modern ve açık toplum olduğunun bir garantisi olarak yorumlanabilir. Sineği inek yaparak, Türkiye'deki Punk'ı olduğundan farklı ve fazla gösterdiğimizde, kolayca biz de bu neoliberal görüşün sözcüsü olabiliriz. Bu kitap dış mihraklı destekle basıldığı için bu konuda okuyucuları daha fazla uyarmamız gerekiyor. Punk, doğrudur, çelişkili bir şekilde yüksek kültürün sözcüsü olabilir (zavallı ölü Debord Fransız entelektüeli olabildiği gibi) fakat bu kitapta bizim herhangi bir ajandamız (gizli ve açık) olmadığı gibi, hiçbir şekilde de Punk'ı bir açıklama olarak kullanmadık. Eğer izin verirseniz teorinize işemek istiyorum, hem karmaşık olanlara hem de komplocu olanlara!

3. Çekiç Değil, Ayna Değil, Pencere

Karl Marx'ın "sanat ayna değil, çekiç olmalı" önerisi Türkiye Punk müziği için pek geçerli değildir. Türkiye'de Punk müziği bir penceredir. Bu bölümde bunu yavaş yavaş göstereceğiz.

Punk müziği 1977'de Londra ve Kıta Avrupası ve ABD'de epey bilinen ve gençler arasında popüler bir altkültür hareketi haline geldiğinde, Türkiye'de o zamanlar Punk hakkında ve genelde Rock 'n' Roll hakkında yazılan yazılar eleştirel türdendir. Punk, emperyalizm, Batı dekadansı, çürüme ve apolitiklik ile eşanlama geliyordu. Punk'ı eleştirenler onun bir Batı demokratik kapitalizminin ajanı ve garanticisi olduğunu ve IMF ile (her ne kadar görünürde buna karşı ise de) el ele gidebileceğinin farkındaydılar. Türkiye'de 1977'de Sol hareket Punk'tan olabildiğince uzaktı, ama Punk'ın en anarşist görünümlerinden bile daha radikaldi. Aynı zamanda da Türkiye’deki Punk'ın hiç olamayacağı kadar da enternasyoneldi; Yar Yayınevi o meşhur yıl İtalyan Kızıl Tugayları, Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu, İran, Kamboçya ve bir sürü ülkenin gerilla hareketlerinin manifestolarını en modern tasarımlar ile yayınlıyordu. Militanlar ve sempatizanlar Arnavutluk, Çin, Küba, Bulgaristan… tüm ülkelerin Sol teori ve pratiklerini takip ediyordu. Fakat Sol'un müziği hiçbir zaman çekiç değildi, daha doğrusu hiçbir zaman Punk'ın anladığı anlamda üç akorlu gürültü üreten bir rahatsızlık değildi. Sol müzik ya erkek köylülerin maço gür sesi olmuştur, ya da melankoli ile sızlayan kadın ana'nın ince sesi. Türkiye'de politik müzik gün bugün böyledir, hatta art arda gelen kayıplar ile bu kaderci formunu daha da pekiştirmiştir. Sol teori ne kadar enternasyonel olmuşsa da, pratikte de o kadar mahalleci (gecekonducu!) kalmıştır.

Bana öyle geliyor ki, gürültüden arındırılmış bu melankolik Sol ses, garip bir muhafazakarlığı da beraberinden getirebiliyor, öyle ki bugün Otonomcular gibi hayli uluslararası teori ile beslenen radikal politik (Negri'den Balibar'a kadar) oluşumları ziyaret ederseniz, dünyanın en bayat ve sıkıcı halk müziklerine hazırlıklı olmalısınız. Bu yüzden Murat Belge'nin daha seksenlerin başında yaptığı Arabesk ve Punk müzik benzetmesi esasında yanlıştır. Eğer Arabeski yüksek sanat müziğinden farklı olarak daha amatörce bir ses ve devrime gebe bir Vox Populli olarak Punk ile eşanlamlı değerlendirirsek, o zaman Punk'ı temeli olan gürültülü basitliği salt bir muhafazakar feryada indirgemiş oluruz.

Sol müzik çekiç değildi, ama ayna da hiç değildi. Müzikte ayna ve orta sınıf psikolojik dertler ve depresyonlar herhalde 80'lerde Sezen Aksu ve onu hala devam ettiren en aptal liberaller tarafından başlatılmıştır. Fakat 80'lerde Sol olmayan, bu yüzden de apolitik olan, ama hiç de orta sınıf ve vasat olmayan bir gençlik sesi de yükseldi bu ses tabii ki ilk heavy metal ile yükselse de kısa zamanda asıl radikalliğini Punk ile kazandı. 80'lerde Türkiye'nin nasıl bir yer olduğunu o dönemde burada yaşayan birçok kişinin röportajlarından görebiliyoruz; karartmalar, sürekli baskı, hiçbir şeyin net olmaması, garip ve iğrenç bir stil, muhafazakarlık ve vahşi kapitalizm. İşte bu dönemde belki de ayna olmayan ender radikal hareketlerden biri Punk'tı ve Marksist olmadıkları için de çekiç olma şansları yoktu.

Bir de punkların sayısı az imiş o dönemde ve de tipik bir "yeraltı" partisi şöyle olurmuş; bir iki Metal grubu, ardından bir Punk ve arada da bir Break Dance show, hepsi de gündüz ve kiralanmış bir düğün salonunda. Anlaşıldığı kadarıyla o dönemde yeraltı kültürü tüm o 80'lerin hafıza kaybından sonra kendini tekrar bulmaya çalışıyormuş, onun için o dönemde kimse kendini tam olarak Metal, Punk veya Hardcore olarak tanımlamıyormuş. Bu arama dönemi Türkiye'deki eksiklikler yüzünden yukarıda bahsettiğimiz parti gibi komik ve eğlenceli de olabiliyormuş. Bu yüzden biz Türkiye'deki Punk'ın çıkışını 80'lerin o politik ve kültürel (karanlık) ortamıyla açıklarken, Punk'ın bu duruma karşı oluşunu göz önünde bulunduruyoruz. Punklar ebeveynlerinin melankolik Sol'undan, etraftaki depresif pop'tan, yerel ve milli olmaktan, kapalılıktan bıkmış gençlerdi. Kesinlikle yeni alternatifler öğrenmek isteyen ve yeni şeyler denemek isteyen kişilerdi, eğer illa söylemek gerekirse açılmak istiyorlardı. Onun için 80'lerde Punk'ın (Türkiye'deki her şeyin olduğu gibi) karanlık tarafında Demokles'ın kılıcı gibi asılı duran liberalizm ve Turgut Özal figürü var. Kitapta birkaç yerde tartışmalı bir şekilde ismi geçen Özal, açılma teorisi için belalı bir isimdir. Çünkü hem Punk'ın özgürleşme isteği, hem de Özal'ın liberal kapitalist Pazar programı aynı açılma ve dünyaya ait olma isteğiyle birlikte okunabilir. Unutmayalım ki ilk İstanbul Sanat Bienali ve ilk Punk grubunun kurulması da aynı tarihe denk gelir. Özal kendi açılma isteği ile liberalizm ve vahşi kapitalizmi savunduğu kadar, aynı inatla da en gerici ve en muhafazakar kültürü de destekliyordu.

Punklar için bu açılma kültürü farklıdır, dünyayı hiçbir resmi temsilin dolayımı olmadan anlamaktır. Bu açılma hiçbir zaman tam anlamıyla olamayacağı için -taşra ve yerellikten kurtulup dünya kültürüne ait olmak anlamında (bunun hangi koşullarda mümkün olduğunu bir sonraki bölümde göreceğiz)- bunu daha çok dışarıya bakış veya dışarıyla ilgilenme olarak görebiliriz. Burada, yine, Punk'ı açık toplumun sözcüsü olma gibi bir yoruma indirgememek için dikkatli olmalıyız. Fakat İstanbul'daki punkların toplum nasıl daha elverişli bir yer olur gibi bir dertleri ve planları olmadığı için ve Punk tavrının ülkeyi daha açık göstermeyle ilgili hiçbir alakası olmadığı için yukarıdaki bu indirgemeci yorumdan kolayca vazgeçebiliriz. Bu çözüm punkların başkaları tarafından böyle yorumlanmayacağı anlamına gelmez, biz en azından bunu yapmayacağız, kitabın birkaç yerinde Özal ismi tehlikeli bir şekilde Punk ile yan yana getirilse de. Yukarıda geliştirdiğim önermeyi şöyle tanımlayabiliriz: Punkların temsil ile sorunları yoktur ama temsil edilmeye de sorunlu bir şekilde müsaittirler.

Onun için Punklar'ın sanatına pencere diyoruz, sıkıcı ebeveynleri ve aptal politikacılar dışında başka bir şey aradıkları için. Bu arama ve öğrenme tabii ki çok komik sonuçlar da doğurabilir. Örneğin Tünay Akdeniz'in ithal Punk'ı ve bunu iğrenç (abject) olan sakatatlar ve moda olan çengelli iğneler ile sentezlemesi herhalde prototipik bir Punk komedi olarak kalacaktır. Türkiye'nin açılma tarihi Araba Sevdası kahramanı gibi bir sürü örnekle doludur, Barış Manço ve Kaygısızlar'ın "Helter Skelter"inden, Metin Erksan'ın "Şeytan" filmine kadar. Sanırım en komiği ve komik olduğu kadar da tehlikeli olanı bu kitapta Dead Army Boots'un vokalisti Tarkan ile yaptığımız röportajda ortaya çıktı. Bir konserde niye gamalı haç kullandığı ve heil selamı yaptığı sorusuna eski Punk, o zaman Türklerin Türk Punk'ı, Almanların Alman Punk'ı ve Amerikalıların Amerikan Punk'ı yapması gerektiğini söyledikten sonra biz de Dead Kennedys'in hep Amerikan karşıtı müzikler yaptığını hatırlattık. Tarkan'ın cevabı işte bu hikayenin en ilginç kısmı: "Biz Dead Kennedys'in hayranlarıydık, tüm şarkı sözlerini ezbere bilirdik ve biz de Amerika'dan nefret ederdik".

Marx'ın dediği gibi bazen anlama yanlış olabilir. Punklar politik olarak doğru olmayı iplemedikleri için, bu örneğin de öyle sanıldığı kadar tehlikeli veya milliyetçi olduğunu iddia etmek abartı olabilir. Zaten bu tarz Fellinivari örnekleri istediğimiz kadar arttırabiliriz, ne de olsa geç ve farklı bir modernleşme Punk'ından bahsediyoruz.

Fakat bu kitaptan okuyucuların anlayacağı gibi 80'lerin sonundan ve 90'ların başına kadar (internetten önceki dönem) dünyada olup bitenleri takip eden inanılmaz bir kitlenin varlığının olmasıdır. Mektuplarla dünyanın her köşesindeki fanzin ve demolardan haberdar olan bu kitle, az da olsa, bir imkanı temsil ediyor, Türkiye'de şehirde alternatif ve eleştirel bir kültürün olabileceği imkanı. Kimileri için bu pencere yurtdışına çıkmak, yurtdışı ile mektuplaşmak veya Deniz Pınar'ın dükkanı olmuştur, fakat her ne şekilde olursa olsun farklı bir dünyaya açıldığı kesindir.

3. Müslüman Mahallesi'nden Salyangoz Satmak

Bariz muhafazakarlık olan bu deyim Türkiye'de bir imkansızlığa işaret eder; tam olarak Batıcı olamamak. Aynı zamanda bu alaycı bir şekilde batıcılığı, garpçılığı veya isterseniz oksidentalizmi eleştirir.

Punk ve Türkiye'deki diğer altkültürlerin Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya benzetilmesinin nedenlerini şimdiye kadar anlattıklarımızdan kolayca ortaya çıkarabiliriz. Bu nedenler muhafazakarlığın da çehresini ortaya çıkarır: Türkiye'deki sosyal ve kültürel gerçek Batınınkinden farklıdır, yeteri kadar olamaz mitolojisi. Milli değerler artı kültürel anti-emperyalizm eşittir bu muğlak muhafazakar bilinç. Tahmin edeceğiniz üzere Punk'ın burada yeri yoktur.

Önceki bölümlerde sırayla incelediğimiz Punk'ın kategorik, tarihsel ve politik imkanlarının bu duruma nasıl bir alternatif getirebileceği üzerine bir görüş geliştirmek istemiyorum. Zaten bunu ancak laboratuar ortamında üretilmiş bir Punk'ın yapabileceği kanısındayım, ayrıca Punk için böyle bir ajandanın onun esas yapısını tamamen bozacağını düşünüyorum. Fakat Punk konusunu ele alarak bu konuyu tamamen zıt bir perspektiften de yaklaşabiliriz, garpçılığın zıddından, daha doğrusu şarkiyatçılıktan veya oryantalizm açısından bu konuyu ele alabiliriz. Böylece önceki bölümde cevapsız bıraktığımız soruya geri dönebiliriz, Türkiyeli bir Punk/yeraltı grubu hangi koşullarda dışarı çıkabilir, dünya kültürüne ait olabilir? İçeride modern, dışarıda geleneksel/folklorik olduğu sürece. Oryantalizm bakış açısıyla ele aldığımızda Punk ve ona benzer müzik ve yaşam türlerinin Türkiye kökenli olduğu zaman, Türkiye kültürel (daha doğrusu folklorik) kökenli olması gerektiğini de anlıyoruz. Eğer Türk bir Punk grubu başarılı olmak istiyorsa illa ki içerisinde bir saz veya zurna baharatı ya da bir arkaik ritim yapısı olmalıdır. Bu böyle olmadıkça yapılan müziğin anlamı olmaz. Veya röportajını yayınlamadığımız Türkiye underground müzik uzmanı Jay Dobis'in dediği gibi "Hiçbir ilginçliği olmaz. Bu kadar zengin halk müzik kültürü varken niye kullanılmasın, zaten İngilizler ve Amerikalılar yeterince bundan (underground'tan) yapıyorlar, niye aynısı eklensin". Her zaman bu kadar olmazsa da DJ John Peel, Tim Hodgkinson, Thurston Moore'un da genelde "oryantal" kokan Türk underground ve Punk'ına ilgi gösterdiklerini biliyoruz (ama yine de kimse Dobis kadar Punk/Underground gruplara "saz" danışmanlığı yapacak kadar uzman ve net olmamıştır).

Bunun en komik versiyonu da Türk gruplarının bitmek bilmez sentez yapma yetenekleridir, doğu ve batı arasındaki sentez. Einstürzende Neubaten'ın basçısı gözüyle yapılan en son film sanırım bunu en iğrenç ve çekilmez haliyle sunmuştur; artık Türkiyeli, İstanbullu yer altı müzisyen saz ve zurna ve sentez dertleriyle iyice içi boş bir türe dönüşmüştür. Aslında zavallı Piyer Loti Hacke'nin de bugün Türkiye'de istese de görebileceği pek öyle ciddi bir alternatif yoktur, müzik ve altkültür sahnesi iyice kendini oryantalize etmiştir, piyasada olan grupların çoğu neo-psychedelic hippi post-rock kafa karışıklığı ile ülkemizin güzel çok-kültürlü halk seslerini sentezlemekte yarışmaktalar. Yeraltı gruplar kendi müziklerinin yeniliğini The Can ile Müslüm Gürses ve Velvet Underground ile Orhan Gencebay arasında bir yerde bulunmakla tanımlamayı ve sentez durumunun olabileceği en muhafazakar haller almasından da çekinmiyorlar.

Bu duruma nasıl böyle gelindiğini araştırıp, halihazırda bulunan post-kolonyal teorileri ile güzel bir beyin jimnastiği yapabilirdim, ama Türkiye'de bu değişimi çok iyi bir şekilde belgeleyebilen iki öğretici grup, fenomen vardır; Zen ve 2/5 BZ. İki grup da ortalama aynı zamanlarda başlayıp (80'lerin sonu ve 90'ların başı) o zaman Türkiye'de hiç olmayan Avant-Punk ve deneysel müziği tamamen politik bir şekilde yapıyorlarken, 90'ların ortalarında yavaş yavaş gitarı bırakıp saz'a yöneldiler ve kendi ülkelerinin halk ezgilerinin zenginliklerini tekrar keşfederken aynı zamanda hem müziklerindeki gürültüyü azalttılar, hem de gittikçe sentezleme amacıyla gösterisel bir ses mitolojisine yaklaştılar. Zen grubu kendi ismini Baba Zula olarak değiştirdi, ve en son (yine saz ile yaptıkları) Tanbul albümünden sonra oryantal olmayı iyice geliştirerek "göbek dansı, Punk, dada, pscyhedelic ve dub" müziğini sentezleyen en başarılı Türk grubu oldular. 2/5 BZ grubu ise bu oryantal durumu sahte bir "no turistik no egzotik" kinik kendi-eleştirisiyle örtmeye çalışırken, grubun yaptığı ilk albümlerle hiçbir alakaları kalmadığını da görüyoruz. (Burada şapkaları Bülent Tangay adına çıkarıyoruz!) Bu iki grubun ve onları takip eden bir sürü başka oluşumların oryantalizm ile alakalarının daha ciddi bir analizi yapılması gerekiyor, fakat burada en azından şundan bahsetmeden edemeyiz, bu iki grubun sesleri ve tavırlarının oryantalleşmesi ile dünyaya açılmaları ve saygın birer müzisyen olmalarını doğru orantılı olarak artması gerçeği gözümüzden kaçmıyor.

Bu kitapta biz çoğunun gözünden kaçan, 80'lerin başından 90'ların sonuna kadar ki süreçte üretilen samimi ve güçlü yeraltı seslerine baktık. Umarız bu röportajları okuyan okuyucular bir imkanın farkında olurlar, bugünden farklı bir imkan; ne salyangozlara ne de Müslümanlara ait olan bir imkan.