Türkiye'de Punk ve Yeraltı Kaynaklarının Kesintili Tarihi 1978-1999

Türkiye'de Punk ve Yeraltı Kaynaklarının
Kesintili Tarihi 1978-1999

An Interrupted History of Punk and Underground
Resources in Turkey 1978-1999



Mondo Trasho - Esat Cavit Başak

Mondo Trasho fikri nereden geldi? Nasıl karar verdin bu fanzini yapmaya, yaptığın ilk fanzin miydi?

Fotokopi işleriyle uğraşıyordum. Yaptığım işleri, fotokopi işlerini bir araya getirmeyi düşünüyordum. Mondo Trasho, hem isim olarak yaptığım işleri tutuyordu, “çöplük dünya”, çünkü çöp olarak her şey kullanılabilir, hem de John Waters’ın Mondo Trasho filmi. İkisi birleşince, öyle bir fanzin -o zamanlar fanzin gibi değildi, fotokopi işlerinin toplanmış bir haliydi benim için- çıktı ortaya. 91 mayısında (1 Mayıs) ilk sayısı çıktı, yüz tane filan bastım yanılmıyorsam, parlak sarı, tam Punk rengi vardı fotokopi olarak. Naki Tez diye bir arkadaşla başladım, onun fikriydi. “Sen bunları bir araya getirsene.” dedi, iyi bir fikir olarak gördüm ben de ve başladım yapmaya. Sonra dışarıdan katılımlar da olmaya başladı. Yahya Madra sağolsun, çaktırmadan müziği soktu içine, dinlediği, dinlediğimiz. Dağıtım da, elden Deniz’in dükkanına ya da başka yerlere bırakıyordum birkaç tane, ama genelde birebir tanışma bağlamında daha iyi oluyordu. Kartvizit gibi de değil, ama yaptığın bir şeyi birisine veriyorsun, bunun rahatlığı vardı. Öyle böyle benim de tahmin etmediğim bir şekilde büyüdü.

Alanlar da fotokopiyle çoğaltıyordu belki de?

Tabii tabii, o çok daha iyi oluyordu. Çünkü ortası zımbalı değildi bu ilk sayıların, çoğaltılabilecek haldelerdi. Sonra, birkaç sayı Mondo Trasho isim olarak devam etti. Ondan sonra adı Mondo Trasho olarak kaldı ama, Mondo Porno, Mondo Atropo, Mondo Akinetono, Mondo Pyro, Mondo desparado (tek sayfadadır o) gibi değişik isimlerde çıkartmaya başladım. Mesela Mondo Pyro sadece ateş üzerineydi.

Sadece senin yaptığın şeyler miydi?

Sadece benim yaptıklarım vardı. İçinde aldıklarım vardı sadece birkaç sayıda, yani konuşup senden iş istiyordum mesela ateş üzerine, isteyen varsa katılıyordu. Diğerlerinin hemen hepsinde de katılanlar oluyordu ama genel olarak sayfa tasarımını ben yapıyordum. Sayfa istediğim insanlar da eğer istiyorlarsa kendileri yapıyorlardı sayfayı ve bitmiş sayfa olarak veriyorlardı. Ya da bana veriyorlardı, bana bırakıyorlardı ben yapıyordum. Ama genel olarak dergi benim elimden çıkıyordu. Bir sayıyı en fazla beş yüz, altı yüz tane falan bastım.

Vay be, bayağı!

Evet, Arthur Anderson diye bir firma vardı o zamanlar bir arkadaşın çalıştığı, gece gidip oraya tıkır tıkır basıyorduk, çoğaltıyorduk. Sonra birkaç tane fax sayısı çıkardık, format değiştirdik. Galeri BM’de, Beral Madra’nın yanında çalışıyordum o zaman, elimin altında fax makinesi vardı. O küratör olarak çalışıyordu, ben de asistanlığını yapıyordum, sergiler mergiler oluyordu orada. Orada fax makinesini görünce aklıma geldi ki çok güzel format, hem hızlı yollanıyor, o zaman internet de yok. Birkaç tane fax sayısı çıktı ortaya. Ondan sonra da bu şekilde gelişti. Arada başka dergiler de var benim yaptığım, Genedoğum, Elektrik, Kafamızı Kurcalayan Kimi Sorular Üzerinedir dört beş sayfalık, Tozbeti kafama ne takılmışsa o. Ya da birisinin bir yazısı, Ece Ayhan’ın risaleleri oluyordu genellikle. İdris Küçükömer, Ünsal Oskay... Ya da birkaç kişi mesela oturup konuşuyoruz, bir konu çıkartıyoruz, sen bir şey söylüyorsun ben bir şey söylüyorum o bir şey söylüyor, bir tane isim altında bir fotokopi dergi ortaya çıkıyor. Öyle çok dergi var ama onların hiçbirinde kimin ne yaptığı belli değildir.

İsminizi kullanmadınız yani?

Mondo Trasho dışında pek kullanmadım ben ismimi. Esat adını bir tek Mondo Trasho’dan bilirler. Bunun da çok komik bir karşılığı oldu. Mesela fanzinlerle uğraşan Altay Öktem benim başka dergileri de ele geçirmiş, benim yaptığımı bilmiyor, onları başkası olarak değerlendiriyor. O çok hoş bir şey, benim yaptığımın farkında değil herif, onu başka şekilde değerlendirmiş, Mondo’ları başka şekilde değerlendirmiş. Genedoğum’u ayrı. Birini fanzin, birini “betik” falan diye. O önyargı çok acayip bir şey.

Mondo Trasho kaç sayı çıktı?

Mondo ismi altında 1991’den 2002’ye kadar on iki sayı çıktı. Ama ara duraklar var, ilk başta çok düzgün gitti hakikaten, aydan aya çıkıyordu. Ondan sonra işte, iki üç ayda bir çıkmaya başladı. Sonra da, artık aklıma geldikçe yapmaya başladım. Ama ne zaman yaptıysam hep aklımda olmayan zamanlarda çıktı, yani ne zaman hazırsa o zaman.

Bu kolektif bir işti değil mi?

İnsanlar katılmaya başladıktan sonra kolektif oldu, aslında en başta tamamen benim yapmak istediğim bir şeydi. Yani ben kendi işlerimi, bir dosya olarak vermek istiyordum.

İlk birkaç sayı yani?

Evet, ilk birkaç sayı hep öyle oldu, aslında bence tamamı öyledir. Çünkü içine koyduğum diğer sayfalarda da katılmadığım hiçbir şey olmadığı için... Hani bir de editör mantığı hiç yoktu, ne verirsen koyuyorduk. Son sayılar da genellikle öyle sayılardı. 12-13 sayı çıktı mondo adı altında ama işte Mondo Trasho, Mondo Atropo, Mondo Pyro, bunlarla birlikte. Ama bir onun kadar da bireysel, bağımsız yaptığım dergiler var ismi olmayan, sayıklamalar diyelim, benim yaptığım belli değildir. Onlar tam birebirdir, sana veriyorum ona veriyorum, öyle öyle giden. Ama dediğim gibi asıl hikaye de bence buymuş, biraz bekleyince asıl sonuçları ortaya çıkıyor, çok daha fazla kişiye ulaşıyor, tahmininden çok daha fazla kişiye. Çünkü bir yerde satılıyor-satılmıyor, öyle bir gizemden ya da paralı-parasız olmasından değil de, ben samimiyete bağlıyorum. Samimiydi çünkü, hiçbir düzlemde alt-üst derdi yoktu, para kazanmak sorunu yoktu, o yüzden de o samimiyeti insan galiba görüyor eninde sonunda. Gelen mektupları göreceksin... Bazı yerlere bırakmaya başladım dergiyi onar yirmişer, bir de kutu koyuyorduk para atsınlar içerisine diye, bayağı sağlam para birikiyordu. İstediğin kadar para koyuyorsun ya da hiç koymuyorsun, ya da al git, zaten dergi ortada duruyor. Mektupla para gönderiyorlardı, ama demir para. Çok başıma geldi böyle demir para tıngır tıngır zarfın içinde. İlk sayılar bin liraydı mesela ve zarfın içinden bin lira da çıkıyordu.

O zaman kimler yazıyordu, nasıldı ortam Mondo Trasho’yu yaparken?

İnternet ortamı gibi değil, şu andaki ortamın dışında, yüzyüzeydik çoklukla. Hani bir yerde oturup takılıyorsun, muhabbet ediyorsun, ortaya bir şey çıkıyor, ondan sonra o başka bir yere gelişiyor, dönüşüyor. Konu senin istediğinden başka bir yere sapıyor, başladığından daha güzel başka bir şey gelişiyor. İletişim böyle sağlanıyordu ya da insanların katılımı böyle gerçekleşiyordu.

Kimler katılıyordu az çok okuyucu olarak? Tanıyordun kesin okuyucuları da...

Tabii canım birebirdi zaten. Onlar da yazı vermeye başladılar. İsim olarak tam hatırlamıyorum ama Naki’yi, Yahya’yı, Nazım’ı, Aybeniz’i, Murat’ı, Gamze’yi, Serhat’ı, Kemal X’i selamlayıp anayım bir çırpıda, bilir onlar kendilerini. Hemen hemen tanıdığım herkesin işi var içinde. Ne bileyim yani senin de tanıdığın, etrafta olan insanların da, hemen hemen herkesin işi var, çünkü herkesin söyleyecek bir lafı var.

Doğru, ama Mondo Trasho bir kanal gibiydi değil mi?

Evet, aslında öyleydi çünkü mesela oradan sıçramış insanlar çıktı. Mondo Trasho’ya iş yapıp ondan sonra fanzinin kolaylığını, yani ne kadar basit bir iş olduğunu gördüler; çünkü çok basit bir iş fanzin, kes, çiz, yapıştır (Murat Ertel’in kısaltmasıdır bu, çok doğru) yani daha da açıklanacak bir şeyi yok fanzinin. O sosyolojik yorumlar falan... Tamam katılıyorum, ama işin en kolayı yazıp çizip yapıştırmaktan geçiyor. Bir kağıdın üzerinde bir tane prit, bir tane makasla başladıktan sonra zaten o kendi kendini bir yerden sonra buluyor. Öyle olduğu için de ben başka dergilerin çıkmasına ön ayak olduğumu düşünüyorum, o hoşuma gidiyor. Yani “Ulan bu kadar basit bir şey biz de yapalım”. Mondo Trasho’dan sonra aslında birden bir patlama oldu. 91-92’de çıkan dergiler... Ama mesela ben çoğunun, bu kadar kolay bir şey olduğu fikrini mondo’da görüp başladıklarını düşünüyorum.

İlk fanzin gibi yani?

Bu konsept altında bence ilk fanzin.

Fanzin dediğimiz zaman genellikle “fan”ların dergisi oluyor. Punk olsun, Metal olsun... Mondo Trasho o anlamda tam öyle değil, o farkı tam olarak anlatabilir misin?

O farkın nasıl olduğu sosyolojik bir hikaye olmaya başlıyor. Şimdi evet fanzin bir altkültürün ya da küçük bir grubun sözcülüğünü yapan, görsel formlarını ortaya koyan, sözel bir manifestosunu vermeye çalışan bir şey iken, bizim Mondo Trasho’da yaptığımız şey kavramsal bir şeydi, nasıl diyeyim, belli bir altkültür grubuna hitap etmeyen, aslında hemen herkesi kapsayan, hayatta uğraştığım, ilgilendiğim her şeyi yapmaya çalıştım dergilerin üstünde, neyle ilgileniyorsam o sırada. O zaman fandan, fanzinden kaçıyor, ya da belli bir gruba hitap etmekten iş kayıyor. Ama bu kaymanın iyi bir sonucu var, daha fazla kişiye ulaşabiliyorsun böylece. Çünkü Punk da alıyor, junk da alıyor, hiphopçu da alıyor...

Sanatçılar da alıyor...

Evet, sanatçı da alıyor. Çok eğlenceli şeyler gördüm, Bedri Baykam’la karşılaştık mondo elinde.

Kim?

Tüccardan Bedri. Almış Mondo Trasho’yu, “Ya bu çok güzel bir şey, bunu ben de yapmak istiyorum ama vaktim yok.”dedi. Yahu nasıl vaktin yok? En kolay, en basit şey, kandırıyor musun beni? Ama bir yandan da övmeye de çalışıyor, ama övdüğü şey kendi eşekliği anladın mı? İki kağıdı katlayamıyor musun, iki şey yapıştırıp. Cesaret edemiyor belki, çünkü bir şeyler yüklemeye çalışıyor üzerine insanlar. Hani bunun grafik tasarımı olacak şu olacak bu olacak vesaire. Yok hayır, kağıdı yapıştıracaksın katlayacaksın. O kadar güzel örneklerini gördüm ki, kibrit kutusu boyutunda olanları mesela... Arkadaş katlamış katlamış kibrit kutusu içinde veriyor sana, açıyorsun A3 boyutunda ve daha ne kadar güzel başka dergiler... Fanzin demek zorundayım, fotokopi dergi, aslında fotokopiden dergi.

Peki sen nereden gördün?

Ben görmedim, aslında daha sonra örneklerini gördüm, mesela eski Punk fanzinleri, Sniffin’ Glue’lar falan vardı bende, ama oradan gördüğüm şey, fotokopinin kıymeti oldu bende sadece. Yani fotokopi basit, ucuz ve üretimi kolay bir şey. Tek gördüğüm o oldu, örnek aldığım başka bir şey olmadı...

Hani sanat akımlarından, mesela avant-garde’dan esinlenerek...

Öyle bir bağlantım yok ki benim. Eğitim aldığım şey konusunda, malzemeyle derdim var benim, hadi açalım; nesneyle. Yani eline bir şey geldikten sonra sen bunu nasıl değerlendirebilirsin, ya da neyi nasıl yapabilirsin. Fotokopi, kağıtla ilgilenmek için hem güzel, kolay format, çabuk üretilen bir şey, bir de dağıtımı kolay. Yani kitap gibi baskıyla, matbaayla, bilmem nesiyle falan uğraşmıyorsun. Bas gitsin! Benim en sevdiğim şey, dergilerden alsınlar yapsınlar, ben de öyle yapıyorum çünkü.

Aslında Mondo Trasho’nun ya da bu fotokopi dergilerin belki de en önemli yanı, kolay, çabuk ve yasal bir sürü şeyin engeline takılmadan basabilmek.

Benim bu konuda şöyle bir uğraşım var, biraz kaba kaçabilir bu anlattıklarım ama benim kafam böyle çalışıyor. Şunu bana sen verdin ya, bunun üzerinde artık senin hiçbir hakkın yok. Bunu istersem, ben p’sini keser pezevenk yaparım, istersem bunu överim ama bir şey yaparım. Artık sen bunu bir iş olarak ortaya koyduktan sonra, dağıtıma sürdükten sonra -nesne için de geçerli kitap için de- etiğim (varsa) benim bu konuda, bununla bu arasında hiçbir fark yok, onu da kesip biçersin değiştirirsin, o artık sana kalmış bir şey. Onun dışında ben ciddi bir girişime ve yoruma inanmıyorum.

Peki bu Mondo Trasho, Türkçe anlamıyla “çöp dünyası”... Sen çöpleri güzelleştirmek mi istiyorsun?

Kullanılabilirliğini göstermek istiyorum. Recycle yeni bir kelime, çevreci hareketle birlikte geldi, yerleşti. Malzemenin dönüştürülebileceği... Ama bilgi, görsellik, işitsel herhangi bir şey, her şey dönüştürülebilir ve çöplük bir dünya bu; senin işine yaramadığını düşündüğün her şey kullanılabilir. Yani etrafta malzeme aramaya çıkmaya çalışmak bana çok saçma geliyor. Picasso çok haklı, “Aramam, bulurum” diyor. O kadar güzel bir kelime ki, Zen hikayesi gibi ama çok doğru. İnsanlar çok abartıyorlar bunu, çok büyütüyorlar gözlerinde. Etrafına baksana o kadar çok fazla şey var ki, her zaman vardı bu. Sen bu odaya o kafayla gir, şu derginin içinden kaç tane dergi çıkartabileceğine aklın durur. Baksana kelimeler, kelimeler, oyunlar, sayfalar, bir yamuk samimiyet, yani bir delilik her şey. Ama işte bu senin elinde bambaşka bir hale gelebilir, çöplük dünyadan kastım bu benim, hiçbir şey atılmaz, tekrar değiştirilebilir. O kadar zor bir şey değil yani.

Yasal dergilere de yazıyor muydun o zaman?

Stüdyo İmge’ye bir tane Sex Pistols yazısı yazdım. O da işte tam fanzin mantığıyla yazılmıştı. Her şeyi bana bıraktılar ben öyle yazdım, arkadaşlarımın yazılarını toplayarak yazdım, mondo’ya benzer o sayfalar zaten. Yasal dergilerde yazdım. Tasarım konusunda, kendi eğitim aldığım konularla ilgili, mesleğim değil de okuduğum dönemle ilgili... Çünkü öyle bir hayatım vardı, Kelebek Mobilya’da çalışıyordum, evliydim, başka bir şeyler de kovalıyordum tasarım dünyasının içerisinde. Kelebek’in bir dönem çıkmış mutfakları benim çizimimdi. Sandalye, obje mobje tasarımı, onlar hakkında yazıyordum ama onlar sanayi yazılarıydı.

Peki Mondo Trasho’yu o zaman sanat diye düşünüyor muydun?

Yok hiçbir zaman, hala da düşünmüyorum. Sanat deyince hep uzaklaşıyorum, işin içine başka bir şey giriyor çünkü. Ne bileyim mesela Serhat Köksal’a bak, sanat diyor ve ne hale geldiğini görüyoruz. Bir şeye bir tanım getirdiğin zaman erkenden bir çizgi çekiyorsun, sınırlarını koyuyorsun. Bir sınırın bittiği yerde bir başka sınır başlıyor, yani o sınır hiç bitmiyor aslında. O çizgiyi aradan kaldırırsan tamamen evrensel diyebileceğim bir yere geliyor iş. Her şey senin oluyor, her şey sana ait oluyor, sen her şeyin içinde oluyorsun. Doğu düşüncesi tadı var elbet ama inanıyorum ben buna. Her şey senin içinde, ve o mikro evren; başka türlü çalışmıyor. Ama çizgi koyduğun zaman sanat dediğin zaman, kavramsal dediğin zaman, ne bileyim fanzin dediğin zaman, fotokopi dergi dediğin zaman bile işin yönü birazcık değişiyor. Benim hikayem onun içinde biraz mistik kaçıyor; tanımlarım, vesairelerim... Ama bazen insanlara açıklamak zorunda kaldığım zaman sosyolojik yorumlar yapıyordum, çünkü herkesin de kalbi senin kadar temiz değil anladın mı?

Sosyolojik yorum senin için ne anlama geliyor?

Konuyu belli bir dönem içine sıkıştırmak galiba.

Bir kalıba koymak.

Evet bir kalıba koyuyorsun yani, öyle bir şeye de ihtiyacı var çünkü işin bir yandan da.

Kolay açıklamak için.

Başka nedenler de var yani. Mesela şu an oturduğumuz sandalye hakkında ben sana üç saat konuşurum. Şu formun nereden çıktığından, bu eklemlerin neden böyle olduğundan, bu kıvrımın nereden geldiğinden, bu yüksekliğin nereden geldiğine, bu oturma yerine neden ihtiyacımız olduğuna; beni ilgilendiren şey ne biliyor musun?: “Bu koltuğa neden oturmaya ihtiyacımız var?”a kadar gidiyor benim bir konu hakkında öğrenmek istediğim şey. Çünkü bel kemiğimiz zayıf, koltuğa oturmak zorundasın, hikaye o kadar geniş. Sosyologlar bunu bir yere sıkıştırmak zorundalar, klasik bir yere, şunu sanat tarihinde bir yere oturtmaya çalışıyorlar. Çalışsınlar. Yani çizgi koyuyorsun. Sosyolojiye, yorumlara falan karşı değilim ben, çoğu şeyi onlar sayesinde öğrendim, o yorumlar sayesinde öğrendim. Ama ondan sonra da zihnin özgürleşmeye ihtiyacı var. Yani o yorumlarda kalırsan böyle kuru bir şey olur sadece.

Her zaman ezberci olmak zorunda değil sosyoloji. Mesela Dick Hebdidge’in fanzinler üzerine yazdıkları, öyle kuru sosyoloji değil.

Değil tabii. Hebdidge’in açıklamaları güzeldir, her şey hakkında.

Peki bir şey soracağım: Sanatta da bir görsellik var, senin yaptığın fanzinde de acayip bir görsellik var. Sanattan nasıl ayırıyorsun? Yani mesela bir niyet ayrımı mı var?

Benim kıstasım, yani baz aldığım durum hep samimi olmak oldu. O samimiyetin üzerinde iş yaptım hep. O zaman da artık iş sanattan, sanatı yorumlamaktan uzaklaşıyor. Sadece kafam hep işin içerisinde oluyor, hep orada kalıyor. Görsellik de ondan sonra artık hep kendiliğinden geliyor Mondo Trasho’nun bazı sayfaları, bazı tasarıları bir sanat akımına kaymış falan gibi gözükebilir, Dada’ya, Durumcular’a, Punk’a vesaire. Ama inan bana o sırada aklımdaki, etrafımdaki o olduğu içindir. O sırada onlarla yaşıyorumdur. Hani hiphop dinlediğim için Busta Rhymes hakkında yazmak gibi. Çünkü bütün dünyayla ilgileniyorsun, insan tek bir şeyle ilgilenmiyor ki.

Bir de sanatçılar devamlı iş yapmak zorundalar ya sürekli, galericilerle anlaşmak gibi...

O bambaşka bir dünya. BM’de çalışırken işin bir başka boyutunu gördüm, nasıl değerlendirildiğini falan. Hiç şakası yoktu, gerçekten o Türk filmlerindeki gibi “Şuraya mavi bir şey istiyorum” gibiydi hikaye. Esat Tekand diye bir ressam var, çok severim, çok güzel işleri var adamın, tuvalin dışa taştığı. Tuval resimleri ama, biraz daha böyle şey falan. Hepsini alabilecek güçte bir adam (koleksiyoner), ama ölçülerine göre alıyordu. Bakıyor böyle, “Bu güzel ama bizim şeye tutmaz, daha kahverengisi daha güzel olur” diyor. Şaka değil bu, bu insanlar var ve bu insanlar para verip alıyorlar. Acayip bir şey o. Ben bu işin sabırsızlıktan olduğunu düşünüyorum. Yani üç kişi, ya da bir kişi, on iki milyon kişi aynı yoldan gitmek zorunda değil, kendi patikanı kendin yapabilirsin yürüyüp. Ve sabredersen, herkes kendi patikasını yaparsa bu dünyada bir sürü yollar açılır, her yere gidebilirsin. Aynı yoldan yürüye yürüye yol açtığın zaman daha iyi olur, zaten çok fazla da yapılmış iş var yani. Kendi yolunu bulmanın en kolay yolu galiba samimiyet. Yaptığın işe dürüst bakacaksın, samimi bakacaksın, kalbi temiz bakacaksın. Aklınla iş yapmayacaksın yani, ben aklımla iş yapamam. Yaptıklarım var, ama sırıtır böyle zaten.

Müzik gruplarıyla çalıştın mı?

Zen’le çalıştım. Zen’in kuruluşundan itibaren bir 5-6 sene, Murat Ertel, Okan Özpoyraz, Merih Öztaylan, NHRD ve arkadaşlar falan.

Ne yapıyordun grupta?

Ben görsellerini yapıyordum sadece. Orada çok eğlendim, çünkü analog olarak çalışıyordum ben.

Video falan mı?

Yok, video değil. Videoları çok geç yaptım ben. 8mm, 16 mm dia makinası, ya da ışık. Zen kasetlerinde benim yaptığım iş, ışık gölge olarak geçiyor. Çok mantıklı, bana çok uygun geliyor. O zaman ışık/gölgeyle uğraşıyordum ben konserlerde, doğaçlama olduğu için hazırlıklı gitmiyordum. Yani topladığım filmleri götürüyordum oraya, o sırada onları oynatıyordum. 8mm, 16mm, 35mm makinalarım vardı, ya da dia makinaları.

Peki neler gösteriyordun?

Ne olursa, her şey. Cüneyt Arkın’ın videolarını kurguluyordum. Cüneyt Arkın’da ben bir şey farkettim eğlence olarak, o da mizahla ilgili bir şey, bir şey tekrar edince -nasıl diyeyim, loop görüntüler- Cüneyt Arkın’ın bütün filmlerinde bu loopa uygun kullanılacak şeyler vardı, onun da çok basit bir örneğini söyleyeyim sana, başıma gelmiş bir şeydir. Zen konserlerinden bir tanesinde bir porno sahnesi gösterdim. Kadın ağzına alıyor sürekli olarak. Ancak bu loop, yani otuz saniyelik bir görüntü, sürekli ağzına alıyor; patlamayacak. O sahne hiç şey yapmayacak. Görüntü olarak sürekli böyle ağzına alıyor. Yani makina, ampul, aletin fiziksel ömrü olduğu sürece o görüntü orada olacak, hareketli. Ama hiç sonuna varmayacak; hep aynı görüntü, hep aynı görüntü. Çünkü görüntü pornografiden çıkıyor, o loop bambaşka bir şeye dönüşüyor. Cüneyt Arkın’da da ben onu keşfettim, hani o karateler marateler, seslerin falan öyle looplanmasıyla ortaya çok güzel şeyler çıkmaya başlamıştı. Serhat’la beraber yapıyorduk, Serhat da o zaman klavye çalıyordu Zen’de. O sonra da Cüneyt Arkın’ları falan alıp daha güzel şeylere dönüştürdü, çünkü o sesi de kattı işin içine müzisyen olduğu için. Görüntüleri de kullandı.

Tekrar olduğu için mi Cüneyt Arkın’ı kullanmaya karar verdin?

Çok tekrar, bir de looplar o gösterdiğim sahneyi deforme ediyorlar eninde sonunda. Bir şey çok tekrar ettikten sonra artık o verdiği görüntüyü kaybediyor. Vermek istediği hikayeyi yok ediyor. Bambaşka bir şeye, bir renge dönüşüyor. Bunun içerisinde bir de herifin fiziksel olayları, uçmaları, sıçramaları, böyle yirmi tane oku üst üste atmaları falan... Öyle filmleri vardı Cüneyt Arkın’ın. Böyle bir buçuk saat boyunca ok atıyor anladın mı, hiçbir anlamı yok artık yani kaç tane atabilirsin. Atıyorsun ama böyle beşer beşer, yirmi beş tane yüz tane adam öldürüyor. Havada zıplıyordu mesela, devamlı zıplıyordu. Aslında Mondo Trasho’nun görsel hikayeleri gibiydi onlar da, çünkü yazı da kullanıyordum onlarda. Doğaçlama müzik yaptığımız için, görüntüye dönük çalıyorlardı onlar. Benim gösterdiğim bir şey bir şarkı oluyordu ya da işte ben o çalınana göre bir şey yakalıyordum görüntü olarak. Öyle karşılıklı ilişki olarak gidiyordu. Ama çok eğlendik hep beraber, çok güzel hikayeler çıktı içinden. Sonra onlar Baba Zula tayfası olarak başka bir işe soyundular şimdi o işle uğraşıyorlar. Ama Zen dönemi güzeldi, görsel olarak çok heyecanlıydı. Bir de hazırlıklı olmadığın için, karşında da makinada filmler o sırada oynadığı için çıkan sonuçları da tahmin edemiyorsun, bambaşka şeylere dönüyor iş, hikayelere dönüşüyor. Başka analog makinalar tasarlamak zorunda kalıyorsun. Beş tane film makinasıyla tek bir film göstermek gibi...

Mondo Trasho’nun çıkmaya başladığı zamanlar müzik ortamı nasıldı, Punk var mıydı mesela?

Vardı canım, Punk dinliyordum zaten. Benim kardeşim müzisyen olduğu için, kardeşim ve onun arkadaşlarının dinlediği müziklerle müziğe girdim, ne olduklarını farkettim. Ondan sonra da kendim eleye eleye böyle başka müzik türleri keşfettim. Artık hala da yeni bir şey olduğu zaman hoşuma gidiyor, çok şaşırarak dinliyorum. Çok hoşuma gidebiliyor yeni şeyler. Techno bile hoşuma gitmiyor değil, Goa Trance’ler falan, içinde çok dinlenecek şeyler buldum. Çünkü şaman davuluyla Techno arasında fark göremediğim şeyler var. Yani aynı beat’te, aynı ruhla çalınmış şeyler. Samimiyetsizlik ortamı pek fazla yoktu. Mesela Deniz Pınar’ın dükkanından beslenen insanlar vardı, orada takılıyorduk, en yakın örnek olarak söylüyorum. Orada herkes sözel iletişim halinde olduğu için, herkes kendini böyle safça sunduğu için. Mesela ben senin ne okuduğunu bilip ona göre bir şeyler getiriyordum, sen oradan besleniyordun. Deniz o kadar iyi takip etmiş ki neyin ne olduğunu, iki defa duymuş benden William Blake’in şiirini, adamın kalbi o kadar temiz ki, çıkarmış bulmuş Blake’in mektuplarını vs. Aklım durdu benim, ben kendim bulurum onu sahafta ancak, o benim için gitmiş bulmuş. Ama bu iletişimin de olması için, yüzyüzelik vardı o zaman.

Yaptığımız röportajların çoğunda Deniz Kitabevi’nin adı epey geçiyor. O yerin büyük, bayağı pozitif etkisi olmuş herhalde.

Çok sağlam etkisi vardı. Deniz de sağlam zamanındaydı, dükkandaki malzeme bakımından, her şeyin olduğu bir yerdi. Ben o dönemden şu muhabbeti hala hatırlarım; “Ha Deniz Pınar’da vardır”, “A Deniz sana çekti mi onu?”, “Ha Deniz bana bir şey çekti”, “Deniz’de gördüm onu”. Anlatabildim mi, yani öyle mekanlara ihtiyaç var. Vardı o zaman, ya da kendiliğinden oluşmuştu öyle bir şey zaten. Onu zorla da yapamıyorsun, şimdi öyle bir mekan kurmaya kalksak, baştan fikrin belli olacağı için öyle olmaz. Becerebilirsin belki, kulüp, dernek vs. Onun bile yerleşmesi onun kadar hızlı olmayacaktır, o çok kendiliğinden geliştiği için. Kendiliğinden çünkü o, orada herkes toplanıyor. Bir de gerçekten ben bu samimiyet lafına geri dönmek istiyorum. Samimiydi hikaye, yani kalbinden geliyor. Kimse seni Punk dinlemeye, fotokopi fanzin yapmaya zorlamıyor, aksine bunları yapmak zor şeylerdi. Yani zor değil de, çizgi dışı gözüküyordu anladın mı? Fotokopiyle niye uğraşırsın, dergide yazı yazarsın, ya da hazır dergi bastırırsın, para kazanırsın. İş oraya gelmeden orada samimi olarak halloluyordu işler. Şimdi işler biraz karışık. Mesela “Belki de yazı yazamadığınız, kafanız basmadığı için fanzin yapıyorsunuz.” diyenler var. Kim olduğunu söylemeyeceğim, birisi “siz dergide falan yazamıyorsunuz, fanzinlerle kendinizi tatmin ediyorsunuz” demişti. Anladın mı bu kadar aptal şeyler de var. İşte şu bomba işi vardı ya, telefonla, ihbar olayı (Karşı Sanat’taki “Tehlikeli İşler” sergisi). Bir keresinde bir çocuk şöyle saçma bir laf etmişti -saçma değil aslında anlıyorum çocuğu- “Yapacak iş bulamadığın için tembelliğinden, bunu yaptın değil mi?”. Ona göre o basit bir şey, ama işte basit değil aslında. Asıl basitlik, onun, bunun en basit şey olduğunu düşünmesi. Aslında en güzel hareket, en temiz hareket en baştaki hareket. Ondan sonra olayı düşündükçe, “Bomba ihbarı yapsam mı, yaparsam sonu ne olur, arkadaşlarım zarar görür mü?”, bunları düşünmeye başladıktan sonra iş karışıyor ve uzaklaşıyor.

Mondo Trasho’yu okuyunca senin dediğin o samimiyet, konuştuğumuz diğer şeyler var ama bir de başka dergilerde bulamayacağımız yazılar, bir bilgilendirici yönü de var.

Var tabii, ama bunlar işte benim kendi kişisel merakım. Mesela ben Kenneth Anger seviyorum. Anger’i yazdığım için bana yurtdışından filmlerini getirdiler, seyretmediğim bir sürü Anger filmini onlar sayesinde izledim. İşte dediğim gibi iki tane Blake şiiri çıktı diye Deniz bana mektup kitabını getirdi, ben paylaştıkça...

İletişim meselesi.

İletişim meselesi tabi. Halil (Altındere) beni nereden tanıyor şimdi baksana, benim haberim olmayan bir ilişki zincirinden tanıyor. O zaman ben yaptıklarımın altına ne imzamı atıyordum, ne sorumluluk alıyordum -gerçi sorumluluk alıyordum ama- üstünde durmuyordum yani işin, yapıyordum ve çekiliyordum ortadan.

Hiç başınıza bir dert geldi mi?

Afiş yapıştırırken falan oldu ama normal sokak dertleri onlar.

Bir de politik bir şey zaten yoktu.

Aslında vardı, ama pek uyanamadı insanlar, onun o kadar ciddi politik bir şey olduğuna. Ece Ayhan haklı, algı ortalaması düşük gerçekten bizde. Çünkü söylem aslında o kadar politik olmasına rağmen, saldırgan gözükmüyordu.

İronik bir şeyi vardı.

Evet, ironik! Çünkü sığınabileceğim en güzel limanlardan biri hayatta, gülmek. İnsanlarda bundan daha güzel bir iletişim biçimi bilmiyorum. Çünkü beklenenin dışında bir şey ironi, bir de her şey yani. Kenneth Anger’de ironiden çıkıyor yola, Blake’in de bağlı olduğu, McLuhan’ın da bağlı olduğu yer ironi. O şey duygusu, suratının gülümsemesi duygusu, o ilgilendiriyordu beni.

Fluxus sergisine yaptığın müdahaleyi anlatabilir misin?

Fluxus ne zamandı ya 92 miydi? 95’di pardon. AKM’deki serginin açılışına gittim. Hiç bir Türk yok, çok şaşırdım. Çünkü ben evrensel bir şey olarak biliyorum Fluxus’u. İşin milliyeti olur mu? Bence olmaz işin milliyeti, demek ki oluyormuş, hiç bizden biri yoktu içeride. Ya iletişim ağının kopukluğundan ya da benim en sinir olduğum şey olan eziklik duygusundan. Hani Fluxus’a yakıştıramıyor kimse kendisini.

Ama var mıydı Türk Fluxus sanatçısı?

Olmaz mı herkes Fluxus bence zaten. İşi samimi olarak yapan herkes Fluxus bence. Bunlar samimiyetten ortaya çıkmış şeyler.

Mondo Trasho Fluxus yani?

Fluxus’un kralı bana kalırsa. Yani başka türlü olamaz zaten. Ben de scrabble tahtası aldım bir tane, üstüne “fluksus” yazdım, Türkçe, onu elimde tutarak bir tane vesikalık gibi resim çektim, onu büyütüp A4’e, çift taraflı bantla boş duvarlardan birine yapıştırdım. Bir de stamp (mühür) yaptım, “Merhaba Fluxus”, “Hoşgeldin Fluxus” hesabı, onu yapıştırdım. Kendi resmim var Türkçe “fluksus”u tutuyor. Bir de o resmin küçüklerini, renkli olanlarını oradaki insanlara dağıttım. Diğerlerini de, daha sonra olanları da, siyah beyaz olarak başka insanlara elden verdim zarfın içinde. Üzerinde “merhaba fluxus” yazıyor içinden de benim resmim çıkıyor.

Çakmadılar değil mi?

Serginin sonuna kadar kaldı o. İş olarak Fluxus çünkü. Yani onlara göre de Fluxus, çıkartmamaları gerekiyordu zaten ahlaken. Çünkü buradakiler ondan daha Fluxus bir şey değil. İşin uygulanışı Fluxus. İşin kendisi de Fluxus. Kimse de çıkarmadı sağolsun yani. Fakat ben bu çıkartma işiyle ilgili bir şey söylemek istiyorum. Pornografik stickerlar yapıyordum, Hala şansımız var” diye, bir zenci, bir erkeğinkini ağzına almış falan, birbirlerini s.kiyorlar... Sert resimler yani. Onları yapıştırıyordum ben sağa sola. Bakıyordum yırtılmış, kopartmışlar, yırtmışlar. Başta sinir oluyordum, çocukça düşünüyordum, hani yapıştırıyorsun o kadar, yırtmışlar falan. Sonra bir gün şunu gördüm, o çıkartmayı herifin biri yırtmaya, çıkartmaya çalışıyor. “Ulan” dedim içimden, “Ben bu .bneye yapıyorum zaten bunu”. Anladın mı, o ana yapıyorum zaten.

O uğraşsın diye.

O uğraşsın diye, o rahatsız oluyor zaten. O çıkartmaya çalışırken s.ke s.ke onun ne olduğunu görecek, o onun aklında artık. Çıkartmasa belki uzun sürmeyecek. Çünkü çıkartmaya çalışıyor, sinir olmuş, anladın mı, uyuz olmuş, yok etmeye çalışıyor ama yok etmeye çalışınca aklına giriyor işte. Asıl dedim ki “Ulan işte sensin benim yapıştırmak istediğim herif.” Ama içim rahatladı sonra ben yapıştırayım da, sonra olan olsun. Sen belki çıkartmazsın ya da toplamak için çıkartırsın o da kabulüm, ama o .bne benim kafamı açtı. “Ulan” dedim, “Sensin işte benim hedef kitlem.”